Neden seversiniz yolda olmayı? Önce kendime soruyorum bu soruyu, hemen şimdi! Ben, beni özgürleştirdiği ve bunun uzantısı olan daha birçok bağımsızlığı beraberinde getirdiği için seviyorum yolda olmayı. Neler mi bunlar? Tekrar ediyorum: ilk ve öncelikle BENİ ÖZGÜRLEŞTİRDİĞİ, sevdiğim bir işi yapıyor olsam bile günlük hayatın rutininden kopardığı, önyargılarımı kıracak bilgilere ulaştıracak kadar beni nesnelleştirebildiği, küresel bir bakışa sahip olan egemen kültürlerin dünyaya yaymaya çalıştıkları örtük yaşam biçimine tepki geliştirme aracı olduğu, kendi coğrafyamızda bitmek bilmeyen kısır didişmelerden uzak tuttuğu için... Ben bu süreçte son üründen çok, son ürün ortaya çıkana dek içinden geçilen heyecana önem veriyorum. Yolda yaşanılanlar ve edinilen tecrübeler, ara ara başımızı kaldırıp özümüze baktığımız noktadaki yaşam bilincimizi şekillendiriyor.                    


Şimdiye kadar beni en çok rahatsız eden konulardan birisi; insanın her daim, mevcut konumunu, yaşam biçimini, politik görüşünü, ait olduğu çeşitli grupları bir makam ve zorbalık vasıtası olarak kullanması oldu. Azınlık konumunda olanların bile, haklı bir mücadele sonrasında ellerine güç geçtiğinde, onurlu ve bağımsız azınlıklar olarak kalmayı tercih etmek yerine, ellerindeki güçle yetinmeyip, çoğunluk olmayı arzuladıklarını gördüm sıklıkla. İnsanların sistemleri yıkmak istemelerinin asıl nedeninin, kendi sistemlerini inşa etmek olduğunu hayal kırıklığı içinde izledim. Neredeyse herkesin, kendi varlığını ispat edebilmek için, tamamen dışa bağımlı bir halde bir gruba, bir zihniyete ait olmayı ve seçimlerinin yanlışlarını görmezden gelerek, yüceltmeyi seçtiklerini gözlemledim. Kısacası her daim taraf olmayı istediklerini, daha zor olan eşikte kalmayı beceremediklerini hissettim. Bağımsız kalmayı tercih eden bireylerin ise asilik ve dik başlılıkla suçlandığını; özgür kalma isteğinin sanki belli bir gruba saldırı gibi algılandığını deneyimledim. Sizin, bağımsız birey olarak kalma anlayışınızı kavrayamayanların ise, verdiğiniz her türlü sözlü ve yazılı beyanınız sonrası, sizi her seferinde ya bir gruba ya da diğerine ille de dahil olduğunuzu kanıtlamaya çalıştıkları zavallı çabayı şaşırarak seyrettim. İşte yolda olmak beni bu yükten, bu saçmalıklardan, kategorizasyondan kurtarır. Bağımsız hissetmenin en etkin, en kışkırtıcı ve keyifli yanıdır yolda olmak…                          


Verdiği fikirlerin fiziki görünümlerinin ötesinde, düşlemsel metaforların da belirleyici olduğu bir fotoğraf sergisi düşünün… İmgeleri, estetik ve/veya tipolojik olarak birbirine bağlayan bir ivme var. Tüm bu bağlantılara rağmen, sergide hiçbir fotoğraf karesi birbirine benzemiyor; biri siyah-beyazken öbürü renkli; biri kare formatlıyken, diğeri panoramik; biri hiç insan figürü içermezken, diğeri insan dolu! Tam da fotoğraflardaki bu farklılık, bizlerin, hayatın çeşitli dönemlerinde karşımıza çıkan yol ayırımı ve sapaklarda izlediğimiz farklılıklara işaret ediyor. Yol bize bulmayı öğretir ya da bulduğumuzu sandığımızdan kurtulabilmeyi. Yola çıkmadıkça kurtulma şansımız daha az olur, hayatımızı değiştirebilecek hacimde büyük olaylar, ancak biz yoldayken karşımıza çıkar. Yolda keşfettiklerimizle, yola çıkmadan önce yapılan planlar değişebilir. Bu yüzden yol, rastlantısal olarak yürürken oluşur. Kısacası, o çok istediğiniz çıkar yolu keşfetmenin çıkar yolu da, yola çıkmaktır. Devamlı yolda olma hali, bir aydınlanma hareketidir.                        


Sana doğduğun andan itibaren enjekte edilen tüm uyuşturuculardan arınmak zorundasın. Bu haliyle insan kendini, sağda-solda gördüğü uyuşturucu bağımlılarından farklı sanmasın hiç. Varsa da tek bir farklılık vardır, o da uyuşturucu tercihin… Kimininki kimyasal maddeler olabilir, kimininki alkol, kiminin popülarite, kiminin abuk subuk ilişkiler, kiminin kılık-kıyafet, kiminin kavga gürültü… Bunların hepsi aynı merkezden gelir, aynı amaca hizmet eder: seni uyanmaktan alıkoymak! Aynen matriste olduğu gibi, sen dizeyler halinde uyurken, enerjini kullanıp kendi varlığını sürdürmektir gaye. Arınmaya, var olan en ölümcül uyuşturucudan başlayabilirsin: Televizyon! İnsanın ruhunu öldüren; yaşama sevinci ve sevgini, bayağılık ve reklam tuzakları ile elinden alan; hem de evinin başköşesine, kendisini senin ellerinle koydurtacak kadar üzerinde hükmü olan bu zehir kutusu kadar, başka hiç bir şey seni esir alamaz. Mesleğin ve işin adına birçoğu senden alınmış olsa da, evine kadar koruyabildiğin son enerjin ile içeri girdiğinde; geri kalan ne varsa yağmalamak için akşama kadar sizi bekliyor olur sevgili televizyonunuz. Ola ki dışarda sana satamadıkları mal ve tüketim azminin tüm çöplerini sana kakalamak için, en renkli ve heyecanlı programları kullanır. Globalleşme sürecini, planın bir parçası olarak ışık hızı ile gerçekleştiren ‘’tüketim merkezli’’ bir dünyada, kendin olarak kalabilmenin olanaklılığı için vereceğin savaşta hazırlanmak üzere; kendine, sadece sana ait olan özgür ve cesurca nefes alabileceğin mini de olsa alternatif bir dünya yaratmak zorundasın. Bu, egzoz kokusundan kararmış olan ruhunu, bir odada kayıt altına almak gibi anlaşılmamalı! Henüz bir yolculuk serüveniniz yoksa dahi, aceleye getirmeden kararlı adımlarla başlanan yollara çıkmaktan söz ediyorum. Seni uyandıracak çalar saat alarmlarından kurtulduğunda, kendini özel ve tek hissettirecek uyanma şekillerin olacak. Nereye gidersen git, nerede yaşarsan yaşa zevklerini yansıtacak birkaç sanat dinamiği olsun yanında: renklerin, resimlerin, melodilerin, yazıların olsun… içinde sen ol… ya da onların sana dönüştüğünü göğsün kabararak izle…                     


Ne zaman ki kalıplara sığmasam arabanın direksiyonuna bırakıyorum kendimi. Aslına bakarsanız böyle durumlarda bir yere varmayı hiçbir zaman hedef olarak görmedim. Dahası, çıktığım yolu sonlandırıp sevdiğime, sevdiklerime ulaşayım hikayem de hiç olmadı. Hep kaçtım mı ben, bundan da emin değilim. Kaçtım galiba… Nüfus yoğunluğu her geçen gün artan düzeysiz konuşmacılardan, kendini görünür kılmaya çalışan soytarılardan, yüksek sesle atılan çığırtkan ve hafifmeşrep kahkahalardan, etik anlayışı kendi çapından menkul beyinlerden kaçmaktayım ben. Neyse ki yaşamın en tatsızlaştığı anlarda çıktığım o yollar, beni dinlendirdi ve yeni başlangıçlara götürdü. Kaçtıklarımdan kurtuldum. Simge, sembol, edebiyat ne derse desin ışığımı buldum ben! Aydınlandım. Yolların bana düşündürdüklerini hiçbir kitap, hiçbir film düşündürmedi. Sağlam bir cerrah bıçağına döndü yollar, içimi daraltan her şeyi bir çırpıda kesip attı. Yaraları temizlerken acıtan ama büyük yıkımlara karşı da koruyan müthiş bir unutuş, bir uyanış, her ne derseniz adına… Gece gece beni düşündüren petrol istasyonları, başımı bekleyen hayaletler gibi gereksiz şimdi. Yenilenmen, ancak kendini yola kaptırırsan gerçekşeleşir; benzinlikte oturup çene çalarsan değil… Etrafımdaki her yer benzin kokuyor sanki, konuşmalar boş, konuşmacılar bomboş… Sıklıkla kaybolmak lazımdır, kaybolmadan aranmaz ve bulunmaz ki hiçbir şey!                   


İçimden bir ses şöyle diyor: ‘Bu uzay çağında, güzel ülkemin nice köyleri, senin varlığından habersiz hala… Hadi düş yollara!’ Birden toparlanıp yola çıkasım geliyor. Hızımın aktığı nehir yatakları, menderesler çizerek zamanın içinde salınıyor. Kimi zaman drenajı yükselen, kimi zaman bir çağlayandan aşağı bırakılan, ama nihayetinde okyanusa ulaşmış enginliği gören o olguda, algıdayım ben. Başkalarının izini arayanların değil, kendi izini bırakanların gücüyüm! Yaratılmış en belirsiz yolda, sonsuz bilinçlilikte yürüyebilirim. Şeritler gibi, bir yerde başlayıp biten değil; hiçbir yerde başlamayıp, asla bitmeyenim…                   


Kaldırımlar da bir başka öykü; birileri geliyor, birileri gidiyor, kimse kimin niye gittiğini, nereye gittiğini bilmiyor. Benden farklı olarak, birçoğu kimin nereye gittiğini umursuyor, merak ediyor. Bundan hiç şüphem yok; biliyor, hissediyor ve gülümsüyorum. Peki, madem ilgileniyorsunuz başkalarının adımlarıyla yeni sorularım var: Kimler senin varacağın şehirlerden geliyordur? Ya da kimler seninle aynı havayı soluyacaktır dakikalar sonra? Kimlerle aynı havayı soluyamıyorsundur? Kimlerle aranda nanosaniyelik dilimler vardır? Hangileri seninle aynı köprüden geçmiştir? Hangileri aynı tarlanın sınırlarından yürümüştür? Adımlarını atarken neleri geçiriyordur zihninden? Neye üzülüyor, ne ile mutlu oluyordur yol boyunca düşündükçe? Hangi gezgin, az önce hayranlıkla izlediğin şu metalik bulutu görmüştür ki? Hangi ölümlüler üzerine güneş bile doğmamıştır daha, bilebilir misin? Her zaman gittiğin bir yere bir kez daha ya da hiç gitmediğin bir yere ilk kez gitmiş olsan da, gördüğün ağaçlara dokunup kuzey rüzgarının tadını çıkarabilir misin? Pencereleri kaldırım hizasına inecek kadar alçak, eski yeşil evin yanından kim bilir kaçıncı geçişin? Daha neleri görmediğini nereden bilebilirsin ki gitmeden? Siz yanıt veremeseniz de, bunların hepsini bilen tek şey ‘yolun SONSUZluğu’ dur.                  


Yeraltı edebiyatı kitaplarının ön sayfasında alt alta bir yazı olur. Orada ilke olarak kabullendiğim tek kısım ‘’yola çıkmaktan çekinmeyenlerin’’ şeklindeki ifadedir. İçinde kendimi bulduğum bir cümledir bu. Bazılarımız yola çıkmaktan çekinmez, geçeceği yerlerde neler olacağı önemsizdir onun için, düşünmez. Elde etmeye çalıştığı hiçbir şey yoktur çünkü. Tek bir nedeni vardır: İçinden geldiği için yürür, gider.  Yorulmaz, yorulsa dahi hissetmez bunu. Uykusu gelebilir, acıkır, insana dair tüm gereksinim ve yoksunlukları hissedebilir ama, yola çıkmaktan çekinmeyen insanları durduramaz bunlar. O baş edebilir, fazlasını istemez zaten, gerek de yoktur… Onu çevreleyen hiçbir şeye kafasını yormaz, betimlemeye de ihtiyacı yoktur.                  


Dünya zaten onundur;                   


Yola çıkmaktan çekinmeyenlerin…