Gündemin iç içe geçtiği, paradokslarla örülü çalkantılı bir dönem; öte yandan, bir eğitim-öğretim yılının daha ikinci çeyreğindeyiz. Eğitimci olduğumdan mıdır bilemiyorum ama, bana göre ‘’zaman’’ hep akademik takvime göre işler. Okullar açılınca başlar hayat!


     Hayat deyince, direkt ‘yaşamak’ telaşı gelmiyor mu sizin aklınıza da? Kaosun içinden gelen her kafadan bir sese, yoruma, eleştiriye maruz kalmalarımız; trafik, kahkaha, gösteriş ve kalabalıkla yoğrulmuş bir dizi insan manzarası; üstelik her gün duymak zorunda olduğum, karayolu rampasından aşağı doğru kaptıran o eski kamyon gürültüsünden ibaret değil mi aslında yaşantımızın birçoğu? Evet öyle, etraf çok hareketli, kalabalık ve gürültülü. Ancak bulunduğunuz noktada, kendi iç dünyanızın dinginliğini koruyabiliyorsanız çok iyi bir gözlemci ve tam bir laf ebesi oluveriyorsunuz! Bendeki tanı bu aslında: izlediklerinden yola çıkarak söyleyecek çok şeyi olan, bunu da dışa dönük olmaktan ziyade, tercihen, kendi derinliklerinde yaşayan… Söyleyecek çok şeyiniz varsa ve siz konuşmayı sevmiyorsanız, ister istemez ‘yazı’ giriyor devreye. Bir de bakmışsınız bir köşede söylenirken buluyorsunuz kendinizi, tam da böyle işte...


     Kendi kişisel yaşam alanımı sonsuz sahiplenişim, klavye başındaki sandalyemden, sanki dünyanın çekirdeğine kadar kök salma gücünü barındırıyor ruhumda. Etrafımda olup bitenler, rafine ede ede sağaltıp çözdüğüm düğümlerin açılışından ibaret. Zafer çığlıkları olmazsa olmazım! Başkalarının övgüleriyle kendini en tepeye koymadığım gibi, yergileriyle de dibe çakılmıyorum. Ne azalan, ne de çoğalan; her daim kendi olarak kalabildiği için de kendine sevgi ve saygı besleyen biri olarak yaşayıp gidiyorum. Bilgi ve bilgiye ulaşma dünyamın merkezi. ‘Bilgi güçtür’ çünkü bana göre. Okumak, öğrenmek ve yazmak için çıldırtıcı sebepleriniz oluyor sonraları. . Dışardan bakıldığında, kibir ile bilgelik arasında mekik dokuyan bir karıncayım. Sempatik göründüğüm zamanlar varsa da, muhtemelen bu bilginin sıcaklığı. Mademki ‘ben’ den başladık, hepimizi katalım işin içine o halde; nasıl davrandığımızdan, nasıl göründüğümüzden, kendini bilmekten, kendine güvenden, özgüvenden bahsedelim.


     Kendini bir ortamda özgüvenli hissettirenlere has, etrafında onu dinleyen ve fikrini alanların çoğunluğuna dikkat ediniz. Sosyolojik bir onaylanmışlıktır bir yerde özgüven. Bazılarına itici ve aptalca geliyor olabilir. Ancak biraz da aptal olmayı gerektirmez mi zaten özgüven? Sonuçta hangi dahi kişi, kendine o kadar çok güvenip inanabilir ki?


     Sanılanın aksine özgüven, kendini herkesten üstün gören iddialı bir davranış şekli değil, kendini olduğu gibi kabul ediş, yapıcı ve çözüm odaklı bir zihniyetin dışa vurumu, yansıma şeklidir. Kendi değerini bilmek demek, aynı zamanda başkalarının standartlarına uyum sağlamak zorunda hissetmemektir. Fakat eksikliği kadar, fazlalığı da sıkıntılı bir durumdur. Bazen kazanmakla, başarmakla, donanımla değil de; tüm bunların tam aksine, hayatta şansının iyi gitmesiyle de kazanıldığı olur. Bineceğin aracın kapısını şoförüne açtırmakla, smokin giyip galalara katılmakla, en pahalı saati, en lüks çantayı takmakla sağlandığında, pohpohlanarak elde edilmiş olduğundan, bu tarz edinilen özgüven aslında seni en dibe götürebilecek çapta ölümcül bir etkendir. Yapamayacağını, beceremeyeceğini bildiğin işlerde, dış faktörlerce bu duygu hissettirildiğinde hata yaparsın çünkü. Bana göre bu noktada, kendine güvenden daha önemlisi, kendini bilmektir; yapabileceklerini ve yapamayacaklarını yerli yerinde ayrıştırabllmendir. Bu ayırımı yapamazsanız ve hele ki ayar kaçtığında durum, trajikomik bir şekilciliğe dönüşür.


     Varlığı-gelişimi-seviyesi her ne olursa olsun, kendimize duyduğumuz standart güven olgusunun ardında yatan bir içeriktir özgüven. İnsanların kendini gerçekleştirme savaşında kullanabileceği en iyi silahtır. Ego ile, egoyu tatmin etme isteği ile ters orantılı olduğunu düşünüyorum ben. Çünkü ‘’diğerlerinin’’ bakış açısı ile beslenen egonun aksine özgüven, gücünü ‘’öz’’ den alır. Özgüveni yüksek olan insan, diğerlerinin tercihlerinin kendi öz değeri ve dünya görüşü ile alakası olmadığının farkındadır. Özellikle yara almış insanlarda ne kaybetme, ne başarısızlık ne de ‘’el-alem ne der!?’’ zayıflığı olmadığından, özgüvende Nirvana’ya ulaşmış, manevi kurtuluşunun hafifliği içerisinde kuş tüyü gibi yaşamaktadır. Kanımca, bu hayatı sağlam bir psikoloji ile yaşayabilmek için son derece gereklidir. Kişi ancak bu duyguya sahip olarak, karşılaştığı arızalı modelleri, saçma sapan davranışlarını, kendisine yöneltilen anlamsız saldırıları ve daha bilumum negatif olayı darbe almadan ya da çok az hasarla atlatabilir. Belli bir frekansta tutar kendini ve bu dalga aralığının dinginliğinde kendi gerçekliğini icra eder. ‘’Kendimi çok iyi tanıyorum, kim olduğumu biliyorum; ama sizin kim olduğunuzu bilmiyor ve bununla da  ilgilenmiyorum’’ dur özgüven. Bu kendine varış, içinde bulunduğumuz sağlıksız yaşam örgüsüne rağmen edinilebilmiş bu sağlıklı yaşam kültürü bile, dışarıdan çok kolay bir şekilde hedef tahtası olarak tayin edilerek ‘’güven eksikliği’’ olarak algılanabilir. Halbuki özgüvenli duruş ‘’kendimle ilgili hiç bir sorunum yok, sadece uzaklaşırsanız kafam daha rahat’’ demenin resmidir. Hatta bu resim barışık olmadığınız camiayı deli eder. Gerçekten özgüven eksikliği yaşayanlarda ise, problem yaratan his çok ciddi boyuttadır ve kişinin karakter bütünlüğünü parçalar. Yokluğunun en büyük belirtisi kıskançlık denen duygu durum bozukluğudur. Bunlarla karşılaştığınızda, sizi psikolojik baskı ve saldırı altına almaya çalıştıklarında uygulanabilecek en iyi formül, kendi hallerine bırakmak ve yok saymaktır. Sonra bu tarz, ya kendini paranoyakça zulmedecek ya da çaresiz kalıp düzelecektir.


     Kırılganlığını, kırılgan olduğunu, herkesten önce kendi kendine ifade edip, dışardan her hangi bir güce ihtiyacın olmadığını anladığın anda, kafanı kaldırıp etrafına bir kez daha bakıyorsun. İşte o bakıştır senin özgüvenın! Başka açıdan da öyle ürkütücü bir şeydir ki ‘’öz’’ üne güvenmeye başlamak; daha doğrusu çevrendekiler ürperir. Bir anda, adımlarınla ezdiğin toprağın sağlamlığı artmıştır çünkü. Güzel güzel, sakin sakin gülümsersin etrafındakilere. Bu ılık tebessüm ‘’ben kusursuzum, hata yapmam’’ demek değil; bilakis, ‘’ben halledebilir, üstesinden gelebilirim’’ diye düşünebilmek; ‘’bir şeyler ters gittiğinde, kendimi mutlu etmek için elimden mutlaka bir şeyler gelir. Mutlaka bir yol bulur ve ben o yolda düşmeden yürüyebilirim’’ demektir.


     Kendini kaybetmiş, özgüvenini yitirmiş insan, sosyal yaşamında da başarısız, kendini ifade etmekte zorlanan, başkalarının kendisine bakışıyla ilgili tedirginlikler yaşayan bir birey haline gelir. Bu duruma düşmesi itibariyle de, kendisine olan saygısını tamamen yitirebilir. Geçmişteki sosyal ilişkilerimizde, iş hayatımızda, duygusal yaşantımızda edinilen kötü deneyimler hepimizi az çok zedelemiştir. Bu kaçınılmazdır. İçerlemek ve incinmek insan olmanın bir parçasıdır çünkü. İnsan ruhunu incitilmiş hissettiği zamanlarda, kendine çıkar bir yol bulmaktadır. Kendisini değersizlik hissine kaptırma zaafı, mevcut özgüvenini de tamamen kaybetmesine sebep olabilirken; insanın kendisiyle barışık olma durumu, kendi yaşam kriterlerine duyduğu saygı ve bağlılığın uzantıları ayakta durmayı sağlayan kolonlardır.


     Duyduğunuz özgüvenin dozu mühimdir; fazlası insanı megolamanlığa, azı ise pısırıklığa götüreceğinden, her insanda kafi miktarda bulunması en iyisidir. Temelde sümüklü böcekte bile var olan, evini sırtına alıp dünyayı fethetmek için doğmuş gibi yaşamasına sebep olan içgüdüdür bir yerde. Ve insanoğluna bir kez daha bakınız: Doğduğu anda narayı basıp annesinin göğsünü ele geçirmeyi, uyuması için kendini sabaha kadar sallatmayı, yürümek için ayaklanıp ilk adımını atmayı gözüne kestirdiğinde, bir tribün dolusu binlerin heyecanıyla alkışlanmayı garantilemiş ve bu dürtü ona yol göstericilik yapmaya başlamıştır. Gelin görün ki, insanın yaşı ilerleyip toplumsal törpülerden geçtikçe, bu duygu bazılarında gelişmeye, bazılarında ise yokluk seviyesine doğru bir yönelme bulur. Pozitif yönde ilerleyen ve özgüvenine sahip çıkan insanlar eleştiriye de açık olurlar. Hatta kendi özeleştirilerini de yaparlar ve ruhunu keşfetme, kişiliğini geliştirme yolunda emin adımlarla ilerlerler. Bu küresel kaosta tek başına da var olunabileceğini, diğerlerine de gösterebilme yetisi ve yaşama sanatındalardır artık.


     Ancak ‘’özgüven’’ sıklıkla ‘’kendine güven’’ kavramıyla karıştırılmakta. ‘’Kendine güven’’ belirli bir konuya, geçmişteki deneyimler ve öğrenme ile pekişerek hakim olmanın getirdiği bir olgu iken; ‘’özgüven’’ kişinin, kaynağında kendini olduğu gibi görmesi, artısını ve eksisini kabullenip, bir nevi kişinin kendini saygı, sevgi ve şefkatle kucaklamasıdır. Özgüven, koşullar  ne olursa olsun gücünden bir şey kaybetmez; güven ise, kişisel özellikler, yetenekler, geçmiş deneyimler ve kişinin içinde bulunduğu sosyal çevrenin durumuna göre artıp azalabilir. Özgüven tam bilinçlilik halidir; kişi kendi bedeninden sıyrılıp dışarıdan bir göz gibi bakabilir kendine; hatalarını ve zaaflarını kolayca kavrayıp bunları geliştirme yoluna veya hiç kimseyi suçlamayıp koşulları olduğu gibi kabullenme yoluna gidebilir. Üstelik bunların tümünü kendini seven bir iç barışıyla gerçekleştirebilir. Kendine güven ise, deneyimlenmiş koşullardaki dramatik bir değişimle bir toz bulutuna dönüşüp ‘puff!’ diye yok olabilir. Özgüvenin açığa çıkmak için başka bir değere tutunmaya ihtiyacı yoktur; yalnızca kendi iç dinamiklerinden kuvvet alır ve öylece de varlığını sürdürebilir. Yine bundan farklı olarak kendine güven, iltifat ve övgü ile beslenir, gösterişi sever, sürekli kendini kanıtlamaya ihtiyaç duyar. Bu şekilde beslenip geliştiği için de, ilgisizlik onu öldürür. Oysa özgüven egodan arınmıştır, saf ve iyi niyetlidir; kendisinin tek başına değerli olduğunu bilir ve etrafındaki her ‘’bir’’ kimseyi kendisi gibi değerli görme çaba ve eğilimindedir. Diğer taraftan kendine güven, iddialı ve rekabetçidir; zaman zaman kendisini başkalarından üstün tutmaya eğimlidir. Topluma uyum sağlayabilmesi için, sürekli dizginlenmeye tabidir. Çünkü egosu ön plandadır ve bu da onun kontrollü davranmasını zorlaştırmaktadır. ‘’Özgüven’’ sevimlidir, işini bilir, herkesi büyüler; ‘’kendine güven’’ ise, muhatap olunan çevrenin algı kapasitesine göre kendi değerini belirler. ‘’Kendine güven’’ parsiyel, ‘’özgüven’’ totaldir. ‘’Kendine güven’’ sessiz, sinsi, ağır işler; ‘’özgüven’’ ise, zeki ve afacandır, kuş tüyü gibi hafiftir, etkileyicidir. Örneğin ‘’kendine güven’’ de yağmasa da gürlemek, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, yetenekli-yaratıcı-sanatsever sanılmaya çalışmak dikkati çekerken; ‘’özgüven’’ de ‘’ben yaparsam en iyisi olur ve bunun için hiç kimsenin görüşü ile ilgilenmiyorum’’ diyebilme cüretidir.


     Günümüz modern toplumlarının en önemli sorunlarından birisidir denetimsiz özgüven. Başarı ürünlü reaksiyon gerektirir, aktivasyon enerjisi olması haliyle de öz kontrol gerektirmesi kaçınılmaz. Bu mekanizmalar içerden veya dışardan işlerlik kazandırılamazsa gülünç durumlar ortaya çıkabilir.


     Bill Gates ismini bilmeyen, en azından duymayan yoktur diye düşünüyorum; Microsoft Şirketi’nin kurucularından, şirketin başkanı, baş yazılım mimarı, girişimci iş adamı.  Bir gün lokantaya gider Bill Gates ve çıkarken garsona iki dolar bahşiş verir. Garson der ki: ‘’Dün oğlunuz geldi ve yüz dolar bahşiş bıraktı, siz iki dolar mı veriyorsunuz?’’ Bill Gates yanıt verir: ‘’O bir milyarderin oğlu, ben ise bir çiftçinin oğluyum.’’ Konu şu ki, dışarıdaki diğer tüm koşullar, siz izin vermediğiniz sürece, sizin kendinizi nasıl yetiştirdiğinize çok da etki edemezler. Bu bağlamda kendinizi çok iyi tanıyın derim ben; neleri yapıp neleri yapmayacağınızın ya da yapamayacağınızın farkında olmak suretiyle kendinizde özgüven oluşturun. Bu, kendinizle gurur duymanıza yol açacaktır. Yine bu, bir insanı güçlü hissettiren ilk ve en ince ayrıntıdır.


     Benim en sevdiklerim ise, hiç kimseye endeksli olmadan, herkese bir değer biçen, kendi değerlerinin de un-ufak edilmesine izin vermeden, en fazla değeri de kendine ayırmayı başararak her daim dik duranlar ve kendine yetecek kadar huzur, neşe ve keyfi inşa edebilenlerdir. Ben de kendi iç huzurunu daimi kılabilenlerdendim, hiç kimse ve hiçbir şey bunu bozabilecek kuvvette değildir. Paranın ise hayatımdaki yeri en alt sıralarda. Yani, daha çok para sahibi olmuş olsaydım bile, yine aynı hayatı yaşıyor olurdum diyebilirim rahatlıkla. Yer sofrasında yemek yerdim yine, marka giymiyor olurdum, eşyalarım en şatafatlısından olmazdı yine. En büyük lüksüm aynı olurdu yine: kendimle baş başa kalmak! En sevdiğim kahveyle doldururdum kupamı, bir de orman meyveli kek tabi… Çam ağaçlarının arasından, ışıltılı göl sularını seyretmeme izin veren o uğultulu küçük tepede olurdum. Odun ateşinin çıtırtısında, kahvemi yudumlarken başlardı orman yine, hiç kuşkusuz…