Sonra yine birden bire ''Yürümeliyiz!'' dedim kendi kendime; sonrada ekledim: ''Yorgunluk, yaşamayı beceremeyenlerin mazereti...'' Kaynağı her ne olursa olsun farketmez (herhangi bir kişi, durum, mekan, obje veya bir yaşam enstrümanı), kinetik enerjinizi harekete geçirin!             


Kelimeler, bakışlar, sesler ruhsuz geliyor olabilir bazen. Etraftakiler yaralı birer yeryüzü ağrısı. Kendi mutsuzluk törenleri ile azaltıyorlar güzel ve çekilebilir olan her şeyi. Oysa sadece hayatta olmak bile ışıltılı bir şey değil midir? Su, gün ışığını kırar ve ''Parla!'' der. O yüzden -kinetik- diyorum; hayat dinamiktir, hareket eder, değişir her şey! Bu dinamizmi yıpratan tek şey de bir köşeye çekilmek ve stabil olma halidir. Aslında her birimiz hayatımızın her anında ''eşsiz'' bir şeyken, bunun farkında olmamak ya da bir dolu olasılığı gerçekleştirme şansı yanı başımızda dururken hayatı dondurmak ne büyük aptallık! Rutubet kokan kör duvarların arasında ezberlenmiş ve küf kokan öğretilerle vakit öldürmek, yaşamayı öldürmektir. İçindeki enerjiyi saklı tutmaya çalışırken, akıp giden zamanın ritmine ayak uydurmak zorunda kalmak da ayrı bir çelişki, kökleşme eğilimli bir paradoks. Kim neden yapar ki bunu kendine? Tutmaya çalışma, kanatma ellerini; bırak kayalar kopsun yerinden! Çekme perdeyi, bırak girsin güneş ışığı içeri!  Aydınlık ne kadar yakabilir ki o narin tenini? Şemsiyeler açtığınız o yağmurlar en fazla ne kadar ıslatabilir ki saçınızı, başınızı, gömleğinizi? Söyleyin en fazla ne kadar?            


Bence herkesin bir yeni, bir de eski hayatı olmalı. Miladı olmalı yani, şimdiki aklıyla sil baştan başlatabildiği. Ürkekliğini dişleriyle koparırcasına söküp atabilen insanlar kurabilir ancak bu yeni dünyayı. Belleğini geri getirecek olan her ne varsa döküp saçmalısın caddelere, sokaklara; darmadağın etmelisin. Bence en sağlıklı yol da budur. Düşünsenize sizi kemirmesine izin verdiğiniz bir düşünceyi gömmeye çalışmak yerine, onu etrafa döküp saçarak rahatlamak daha cesurcadır. Gizlice ve usul usul toprağın altına saklamaya çalışmak mı yoksa hiç bir tutukluğa yer vermeden bağıra çağıra denize fırlatmak mı? Sizi bilemem, bence ikincisi. Bana kalırsa dediklerimi yap ve sonra uzaklaş. Adım atmanı engelleyen ve paçandan tutup seni aşağıya doğru çeken her şeyi ve herkesi geride bırak ve koşarak uzaklaş. Bu da hareketin başlangıcı olsun! İlk etapta size klişeleşmiş kişisel yaşam bantları gibi gelebilecek olsa da, beyninde tasarlayıp durduğun o yaşamın peşine düşmenden söz ediyorum. ''Olmuyor işte!'' deyip uzak kaldığın ve gerçeğine ulaşmaktan alıkonulduğun her ne varsa, diğerlerinin önyargılarından çekip al onu ve anlamaya çalış.            


Hissedebiliyorum... Şu an denizin metrelerce altına ilk dalışını yapacak olan o çekimser gibi nefesini tutmuş bekliyorsun. Peki tamam... Önce biraz sakinlik diyorum o zaman... Bir kum saati getir gözlerinin önüne...              


Nitekim bir prensiptir ''zaman''; bir heyecan, bir endişe, bazen neşe; bazen ıslak orman kokusu, bazen nehir kenarındaki taşların arasından melodiler bırakarak giden su sesi; sobanın yüzeyindeki o kızıl ısı, camdaki buğu... Yani bizler bireysel olarak ne yaşıyor, ne duyumsuyorsak; ‘’an'’da yaşanan her ne ise (kendi tercihlerimiz ve bizim dışımızda gelişenlerin bütünüyle), ''zaman'' odur aslında. Şayet literatürde ''görecelilik'' diye bir kavram varsa, bu en çok –zaman- olgusu için geçerli olmalıdır. Her birimiz sular ve gökler arasında yapayalnızız aslında. Aynı havayı teneffüs ediyor olabiliriz ancak her birimiz bambaşka algılara sahibiz; ki, insanın en belirgin özelliği bireyselliğidir. O'nun gibi bir kişi dünyaya gelmemiştir ve asla gelmeyecektir. Dolayısıyla insan doğası diye de bir şey yoktur. Dünyadaki insan sayısı kadar insan doğası vardır çünkü. O halde sekiz milyar kişinin algısın açıktır diyebiliriz ''zaman'' için.            


Sssshhh...! Kum saati demiştik ya... Şimdi kendi duyularınızın ayrıcalığını ayırt ederek, bir kez daha canlandırın o kum saatini gözlerinizin önünde. Ruhunuza iyi gelmesine ve benliğinize nüfuz etmesine izin verin o kum taneciklerinin. Geçmişten geleceğe tüm yolculuğumuzun kilometre taşları, yaşamsal ve duygusal hareketliliğimizin sembolü dev heykelciklerim benim! Kum taneleri bir şelale özgürlüğüyle cam haznenin içinde akarken, armonisine aşık eder sizi. Hepsi birbirinin aynı değildir ama akortların uyumu çılgına çevirir insanı. Başka hiçbir şey görmezsiniz, duymazsınız onu izlerken. Üstteki kristal haznede aralıksız kaybetmenin cinneti kulaklarınızı sağır ederken, aşağıdaki yığın yükseldikçe dinginleşir. Her sonda kum saatini baş aşağı ettikçe, defalarca düşer türdeşler; korkaklığı lime lime edip, hayatta kalmanın o asil mücadelesini ayakta tutarak! Hep göz ardı edilen bir paydaşı da ''hava''dır içeride yaşananların;  bir de ''ben'' tabi, gizli özne kıvamında...            


Şu an ''kendi olmayı başaran'' herkesin başına gelen en güzel şey, yaşamın tüm enerjisini kökleriyle birlikte ince, derinden ve ılık ılık hücum ettirerek hücrelerine salmasıdır. Tıpkı felçli bir hastanın dehşet güzellikteki karıncalanmaları gibi, titremez mi yüreğimiz en ölümcül yerinden?            


Başka bir açıdan bakacak olursak yaş ile, yaş almak ile doğru orantılıdır diyebileceğimiz bir şey asla değildir yaşam enerjisi. Yirmili yaşlarda içi geçmiş gençler de var, yetmişinde bile hayatı dolu dolu yaşayan yaşlılar da. Kaygısız bir gelecek düşlendiği ve sağlık sorunu olmadığı sürece pencerenizin kenarına konan bir serçenin o minik göğsündeki nefes alışverişini izlemek bile hayat ile doldurup taşırır sizi. Şöyle ki, bazen hava şartlarıyla bile benzerlik gösterebildiğini düşünüyorum. Kimi zaman hava mevsim normallerinin üzerinde olabilir ama mesele havanın sıcaklığı, yağış durumu ya da aydınlığı değildir. Hafiften yağmur çisele de, güzel bir geleceği müjdeleyen sayısız gösterge vardır dallarda, ırmak boylarında, yollarda... Bırakın çiselemeyi, şiddetli de olabilir yağmur, fırtınalar da kopabilir yer yer; ‘’Hadi!’’ der dev dalgalar, ‘’oynasın her şey yerinden!’’ Nelerle karşılaştığın değil, bunları nasıl karşıladığındır senin yaşam felsefen. Enerjisini de bunların rastlantısal olarak değil de, süreklilik ve içtenlikle performe etmenden sağlamaktadır.             


Konu yaşam enerjisi olunca (diğer tüm konularda da ele alınabileceği gibi), bunun da alt başlıklarından biri, karşılaştığı sorunlardır. Problem olma yanından çok, öncelikli ve kısaca da olsa ‘’sinerji’’sinden bahsetmek isterim. Tıpkı bir madde ya da sistemin başka bir madde ya da sistemle birleştiğinde, etkisinin, ikisinin etki gücünün toplamından fazla olması durumu gibi,  artı bir enerjidir, kuvvettir sinerji. Bu farmakolojik gerçek, topluluk enerjisi olarak düşünülürse organizasyonların yönetiminde fayda sağlanabileceği gibi, oryantasyonların da kilit kelimesidir. Kimi zaman 80'ler çizgi film dünyasının ''Voltran''ını hatırlatır, kimi zaman da yetişkinlerin güç birliğini özetler. İki kişiye indirgendiğinde ise, başarılı ilişkilerin temel ölçütlerinden biri kabul edilir.            


Enerjiye ve bütünlüğüne dair onca pozitif yaşam faktörü varken, bir de tüketim mekanizması vardır ki, damarlarınıza kadar eksiltmeye çalışırlar sizi. Bir başka deyişle, insanların bir kısmı yaşam enerjisi üretip etrafına da olumlu yansırken, bir başka kesim üretileni sömürmek yönelimindedir. Birini tüketmeye çalışmanın, ışığını almanın, enerjisini çalmanın birçok yolu vardır. Maddi olarak, manevi olarak; duygusal, yaşamsal, ruhsal olarak; gerek iş, gerek aile, gerekse özel hayatınızda sizi azaltmayı gözüne kestirmiş birileri hep olacaktır çevrenizde. O yüzden yanınızda bir tehlike uyarı levhası bulundurmanızı tavsiye ederim, artık hangisi uygunsa size: ''Dikkat elektrik tehlikesi'' mi dersiniz, ''Yaklaşmak tehlikeli ve yasaktır'' mı dersiniz yoksa ''Vahşi hayvan çıkabilir'' mi dersiniz bilemem.            


Korkarım ki, günümüz dünyasında insanları sevmenin ve onlara güvenmenin tek yolu, onları yok saymak. Çünkü insanların varlığını unutup gülmek, onları yanımızda hissedip yanılma  endişesine kapılmaktan çok daha içerikli bir yaşam dinamiği.            


Bu arada, dış dünyadan rafine edilmiş, daha izole başka bir şeye değinmek istiyorum. İnsan denen varlık, içgüdüsel olarak birtakım temel dürtüleri sürekli üretir vaziyette bir canlıdır. Bu dürtüler, kendilerince yeterli kıvama geldiklerinde bir an önce özgür kalmak, esasen yok olmak isterler. Bu esnada çevresel koşulları da kullanarak zihni manipüle etmek için çeşitli girişimlerde bulunurlar. Çoğu kişi bu fevri baskınlara mağlup gelerek, duygularını olmadık yer/durumda, henüz olgunlaşmamışken boşa harcar. Nihayetinde, bu yenilgiler yüzünden yorgunluğun ve hatta tükenmişliğin tüm türevlerini her an hissederler. Kimi zaman çocukluklarındaki aura' ya imrenip, müthiş bir özlem duygusu içinde bulurlar kendilerini. Oysa dürtülerimize karşı duyarlı olsak, sözgelimi yerli yerinde ve sağlıklı kullanmayı bilsek hem ruhsal, hem mental, hem de duygusal formlarımızı optimal seviyelerde tutabiliriz.            


Yaşam enerjisi, duygularına karşı hakimiyet (öz-kontrol) ölçütüne göre duyumsanır ve hissedildiği ölçüde de yansıtılır. ''Hiç yok'' dendiğinde bile vardır aslında. Arsız ve vahşi bir doğası vardır. Her zaman savunduğum üzere, mutlaka olumlu modda algılanması gerekliliği yoktur. En dipteyken bile, iliklerinize kadar yürüyen bir hayat vardır. Hatta kimimiz kasıtlı olarak yapar bunu; en kuytu köşeye, en çıkmaz sokağa, en karanlık caddeye saklar kendini. Asiliğidir onu besleyen; gücünü kuvvetini aldığı tek şey bu vahşi doğasıdır belki de. Bir İlhan BERK dizesi fısıldanır kulaklarınıza böylesi bir anda: ''Bırak da seveyim seni; biliyorum, senin de buna ihityacın var…'’ der şair. Söz biter, Lal makamında...            


İmgelerden sıyırıp, daha matematiksel bir paragrafa çekmeliyim sizi şimdi. Aynaya baktığımız zaman tek bir varlık olarak kendimizi görüyor olsak da, aslında sayısız varlığın birleşiminden meydana gelen kolektif bir ''oluşum'' uz. En basit ifadeyle, insan hücrelerden oluşuyor. Her hücre aslında bir varlık ve bu hücreler çeşitli ihtiyaçlar doğrultusunda birbirleriyle etkileşim kuruyorlar. Her bir hücre yaklaşık olarak 1.5 watt enerji üretiyor. İnsan vücudunda ise ortalama 50 trilyon hücre bulunuyor. Yani vücudumuz her an yaklaşık olarak 75 trilyon watt enerjiye sahip. Alın size enerji! Bilimsel veriler böyle. Ortalığın çöpünü alan elektrik süpürgesi bile 2400 watt iken, siz 75 trilyon watt öz-enerji ile başınızdan defedemeyecek misiniz uğultulu düşüncelerinizi? Bu ve buna benzer yeni keşifler yaptıkça da artıyor olmalı insanın içindeki hareket vakitleri. Yeni yerler görmek, ''Vay be! bu konuda da yeteneğim varmış'' dedirtecek etkinlikler, bir nehrin kenarından geçişi tek başınalığına enstrüman edinmek, doğanın tam da kalbinde çalı çırpıdan bir sığınak örmek, ilkel benliğini sahiplenerek insanlardan uzaklaşıp yalnızlıkla çoğalmak, yeni bir coğrafya öğrenmek için çabalamak! ;bazen bunlardır seni harekete sevk edecek olan şeyler! Bazen de, tam aksine hayatı akışına bırakmakta bulur kimileri kendini? Ben kendi adıma bundan çok emin değilim. Yok! Yok! I-ıhhh! İmkanı yok bana göre değil! Hiç çabalamadan, hayatın akışına ve getirdiklerine ve belki de götürdüklerine bırakmak kendini, korkunç bu! Bilakis bu tertipsizliğin ihtimal dahilinde olması bile yavaşlatıyor beni! Bir şeyler yapmalıyım ben, içimi kıpırdatan uğraşılarım olmalı! Sosyoloji öğrenmek heyecan verici örneğin. Hep bir yenilenme isteği; ''ben tamamım artık'' dememe inadı; görsel, işitsel ve edebi sanatlara ilgi beslemek baş döndürücü değil mi ki !?            


Edebiyat demişken, ''yazı'' üzerine bir çağrışımı paylaşmak istiyorum sizinle şu an. Meslek Lisesi’ nde çalıştığım yıllardan eski bir öğrencim ile karşılaştık geçenlerde. Hiç unutmuyorum, o zamanlar okumakta olduğum bir kitap için: '' Bu nasıl kitap Hocam? Tuğla gibi yerinden kalkmıyor. Oku oku bitmez ki bu!!'' demişti. Çok enteresan gelmişti yorumu bana. ''Demek ki İnşaat Bölümü öğrencisinin kritik yapma tarzı da bu şekilde oluyor'' diye geçirmiştim içimden. Dışımdan da: ''Biter biter, adamlar gökdelen yapıyor o bile bitmiyor mu? diye mırıldandığımı hatırlıyorum. ''Hmm..'' deyip toz olmuştu o gün.            


Neyse konuyu dağıtmayayım; yeni okurum, bu eski öğrencim işte. Bana bir itirafta bulunmak istediğini söyledi. ''Tabi evlat'' dedim. Kollarımı bağlayıp, dinleyeceğimi işaret ettim. Öyle ya da böyle bir fikri, eleştiri yapma kabiliyeti olan biriydi. Her ne söylerse söylesin, kesinlikle dikkate alacaktım. Asıl, fikir sahibi olmayan, boş insanlara tahammülüm yoktu, sürüden olanlara yani. Başladı anlatmaya: ''Yazılarınızı takip ediyorum. Ediyorum etmesine de... ''Evet oğlum?'' dedim. ''Sizin yaşam enerjiniz beni depresyona sokuyor Hocam'' dedi. ''A a!'' Bu ne demekti ki şimdi? Devam etti: ''Sabah sabah taş fotoğrafı paylaşıp, iki çift laf ediyorsunuz mesela… yani normal taş! Hani benim yoluma çıksa, ayağıma çarparak -çok özür dilerim Hocam da- kendine bir ton laf ettirecek sıradan bir taş hani. Öte yandan sizin paylaşımınıza bakıyorum. Hey Allaam ya!! Altında bi yazılar, bi yazılar… Hem de aykırı aykırı böyle, tamam mı? Sanki taş için yazılmamış da, dünyanın sekizinci harikası, siz yürürken yolunuza çıkmış... yani öyle bir anlam yüklemesi! Sonra şöyle bir düşünüyorum Hocam... Siz yazdıkça ben kendi insanlığımdan utanıp bunalıma giriyorum. Yaprak mesela Hocam, Allah'ın yaprağı! Benim yürürken çatur çutur üstüne basıp geçtiğim, normal kuru bi yaprak.. Yahu altına bi yazmışınız, kanım dondu; -ben insan mıyım?- dedim kendi kendime yeminle. Altındaki o yazıları, o düşünüşleri, sizin yaprakta bulduğunuz o sevinci görünce, -Allah benim belamı versin, nasıl basıp da geçtim lan ben o yaprağa?- diye neler saydırdım kendime, neler neler!''            


Hiç kesmeden, hatta hiç kıpırdamadan soluksuz dinledim onu. Ne diyeceğimi bilemeden bir girizgah daha geldi benim tek kişilik okuyucu kitlemden: ''Yahu Hocam, kir pas içindeki gaz lambasına, isli puslu kara demliklere, oduna yaa ,Allah'ın odununa methiyeler yazıyonuz. Bizim köyde, dedemlerin evde bi dünya var, yüzüne bakan yok. Babannemgile de anlattım sizin yazdıklarınızı. -Şu soba gibi eski püskü şeylere bi yazılar yazıyo bizim Hoca, aklın durur babaanne, felaket! felaket!’- dedim. Aklı şaştı kadıncağızın. İlla köye çay içmeye gelin Hocam. Babannem bekliyor, çocukları da alın gelin valla.''            


Bazen var ya... Bazen gerçekten dışarıya nasıl yansıdığınızdır sizin yaşam enerjiniz. Taşralı bir çocuğun yüzünüze armağan ettiği, o hesapsız, o dupduru köylü gülümsemesidir. Bir kez daha anladım ki, bıkıp usanmadan koruyup kollamalıyız bu hayatı. Yürümeliyiz! Yorgunluk, yaşamayı beceremeyenlerin mazeretidir çünkü...                 


Sevgimle...