Nasip Vakti                       


Ramazan, bir takvime ve matematiğe sığan zaman dilimi içinde, ayların en güzeli ve kuşatıcısı, şüphesiz. Zira “bin aydan daha hayırlı” bir “kutlu gece”yi sarıp sarmalıyor oluşu bile tek başına bir müjde ve dahası mucize. Bu açıdan bakınca, ölmeden hesaba çekilişin ve kendi nefs muhakememizin eşsiz fırsatlarını sunan manevi iklimin uçsuz bucaksız okyanusları gibidir Ramazan.                     


Şunun şurasında kaç nefeslik nasibimiz var ki dünya hayatından? Bugün var, yarın yok bir “saltanat”… Hepsi bu kadar. İşte, bu hesaba değmez ömürlerimizin bir nefeslik duraklarından, dur durak bilmeden sürüp giden hayat gailesinin bir yerinde başımızı ellerimizin arasına alıp “Ben ne yapıyorum?” sorusunu öz benliğimize yönelterek başka zamanlarda başkalarının ayıplarına ve kusurlarına diktiğimiz “kör olasıca” gözlerimizi, bu kez -vecd hâliyle bir kez olsun kırpmadan- kendimize çevirmemiz gerektiğini öğreten mevsimdir Ramazan.                     


Öyle ya, insan kendi ayıplarından ve kusurlarından sorumluyken sadece, başkalarının kusurlarından kendi hesabına bir “gıybet” meselesi çıkara çıkara ve de bu nedenle “ölü kardeşinin etini yiye yiye” yaşamaya devam edecekse… Her ay Ramazan olsa ne fayda?.. İğneyi değil çuvaldızı kendimize batıra batıra, en kalın çivileri kendi öz ruhumuza ve beynimize çaka çaka kusurlarımızla, ayıplarımızla hesaplaşamıyorsak… Ramazan ayı -velev ki- nur damlalarına dönüşüp üstümüze yağsa sağanak sağanak rahmet olup da… Bizim bundan nasıl bir nasibimiz olabilir ki?..                     


Bütün bu ruh kıskacının getirdiği öz benlik kavgamızla ve kendimizle olan bitmez -ve ama bir o kadar da gerekli- hesaplaşmamızla, bu yıl bir kez daha, her ne olursa olsun Ramazan ayına kavuşmanın huzurunu, ruhlarımızı rahatlatan havasını yaşamak istiyoruz.  Temennimiz o ki kazasız ve belasız bayram sabahlarına erişsin bu yolculuğun sonu.                     


Sual Vakti                     


Ramazan ayı, sadece bir ibadet mevsimi olarak değil, aynı zamanda kadim kültürümüzün eşsiz izlerini barındıran bir gelenek ve görenek yelpazesi olarak da bizi her yıl selamlayıp gönüllerimize ve ruhlarımıza misafir oluyor. Hoş geldi, sefa getirdi ve kuruldu kalplerimizin başköşesine. Bütün kusurlarımızı ve inanç adına, insanlık adına eksikliklerimizi önümüze koyarak oturup ne yaptığımızı, nasıl yaşadığımız ve hayata nasıl bir değer kattığımızı ya da katamadığımızı muhakeme ettiğimiz bu tefekkür mevsiminde, bazen zihinlerimizin, mazinin güzel hatıralarına takıldığına ve sözlerimizin arasına “Nerede o eski Ramazanlar?” sorusunun düşüverdiğine de şahit oluyoruz, şüphesiz.                     


 “Nerede o eski Ramazanlar?” sorusu, aslında bir sorudan çok, maziye ve mazinin bütün insani değerlerine duyulan hasretin söze ve kelama sığar ölçüdeki serzenişi.                     


Eskiden her şeyin daha güzel olduğunu, yıllar geçtikçe insaniyet ve muhabbet namına pek çok kıymetimizi kaybettiğimizi, yozlaştırdığımızı, kirlettiğimizi ifade edebilmek için, sanırım, “eskiden” diye vasıflandırdığımız zamanlarla şimdiki zamanı bir ömre sığdırabilecek kadar yaşamış olmak gerekiyor. “Nerede o eski Ramazanlar?” serzenişi, ancak ve ancak, benim gibi kırklı yaşlarını veya daha üstünü sürenler için bir anlam ifade edebilir.                     


Artık kabullenmek gerekir ki “eskiden”ler geri gelmeyecek. Bu hakikatle, yeni zamanlara ve kuşaklara, her şeyin mazide daha güzel olduğunu söyleyip durarak haksızlık etmenin ne bire anlamı ne de gereği var. Üstelik bu, yeni kuşaklara kadim değerlerimizi aktarmak adına sağlıksız bir yaklaşım. Çünkü her ne olursa olsun, insanın insan olabilmeyi ve fıtratının gereğine uygun yaşamayı becerebildiği bütün zamanlar, bütün coğrafyalar ve bütün Ramazanlar hâlâ çok güzel ve hâlâ “olması gerektiği” gibi. Meğerki, şartlar ne olursa olsun, insanlığımızın gereği olan yücelikleri ve güzellikleri yaşamaktan ve yaşatmaktan geri durmayalım.                     


Her ne olursa olsun, Ramazanlar kendi içerisinde, kendine has güzellikler barındırıyor, geçmişte de günümüzde de… Bu sebeple, Ramazan geldiğinde eski Ramazanlara olan hasretimizi ve maziyi yâd etsek de içinde bulunduğumuz an Ramazan olunca, şükürler olsun ki, on bir ayın sultanının gelişi, huzurlu bir bahar mevsiminin hasretle beklediğimiz rahmet damlaları gibi ıslatıyor bahçelerimizi.                     


Dua Vakti                     


Feyziyle ve bereketiyle gecemizi, gündüzümüzü aydınlatacak olan bu ayın “birlik ve dayanışma” merkezli ilahi mesajını bütün insanlığa ulaştırması; acının ve gözyaşının, haksızlıkların, adaletsizliklerin ve zulmün sonsuza kadar son bulup insanlık ve vicdan terazisinin bir daha bozulmamak üzere dengelenmesi en büyük temennimiz.                     


Hesap Vakti                     


Ramazan ayı, milyarlarca yıldır soğuk ve karanlık bir deveranın içinde sessiz, soluksuz dönen kâinatı düşünme becerisiyle kavrayabilecek donanıma sahip insana ilahi mesajın aydınlığının ulaşmaya başladığı mevsimdir aynı zamanda. Mesaj, eğilip bükülemeyecek, başka bir şekle ve manaya sokulamayacak kadar açık ve berrak aslında: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” Doğruluk terazisi şaştığında vicdanlar kararıyor, zulmün ve acının kapıları açılıyor. Ve ruhumuzu ve aklımızı kuşatan diğer soruların hepsi teferruattan ibaret kalıyor.                     


Öyle ya, “Yaratan”ın kelamına muhatap olmak için, “Yaratan”ın sözüne kulak vermek, kalbi açmak gerekiyor öncelikle.                     


O hâlde… “Yaratan”ın yüce ve rahmetiyle kuşatan adıyla… Vicdanımı kanatan sualleri, kendi hesabımı mahşerden önce göreyim diye, kendime soruyorum öyleyse:                     


Ramazan’da, toklar açların hâlinden anlayacaksa eğer, bir tek kuş sütünün eksik kaldığı iftar sofralarımızı nereye koyacağız?                     


Ramazan’da, “emrolunduğumuz gibi dosdoğru ol”acaksak eğer, bunca hasedi, gıybeti, yalanı, riyayı nereye koyacağız?                      Ramazan’da, zekât hesabı yaparken elimizde hesap makinesiyle, ona buna danışıp, üstelik de ilahi mesajda herhangi bir ölçü konmamışken, âdeta “malın gerçek sahibi”nden mal kaçırma gayretimizi nereye koyacağız?                     


Ramazan’da, bir elin verdiğinden diğer elin haberi olmayacaksa, “Yüce Rehber”imizin koyduğu ölçü de buysa, insanlık onuru da zaten bunu gerektiriyorsa, o hâlde, israfın ayyuka çıktığı gösterişli iftar davetlerimizi nereye koyacağız?                     


Oruç tutmanın manası, manevi bir iç yolculukta kendi eksiklerimizi ve kusurlarımızı hesaba çekmekse eğer, açlığın verdiği sinir gerginliğiyle ona buna sataşmayı, bunu yaparken de orucu kendimize kalkan etmeyi nereye koyacağız?                     


Ramazan ayını manası, katılaşmış kalplerimizi açlıkla imtihanın ağır çekici altında döve döve yumuşatmaksa eğer, herhangi bir sebeple oruç tutmayana karşı takındığımız nezaketsizliğimizi nereye koyacağız?                     


Son Sual                     


Ramazan’da, bir yetim başı okşamaktan aciz ellerimizi nereye koyacağız?