Bir süredir kağıt sayfalarının beyaz vadilerinde buluşuyoruz sizlerle. Satır aralarında, cümlelerin köşe başlarında, kelimelerin kuytusunda felsefesini yapıyoruz yaşamıın. Dağ rüzgarlarına karşı göğsümüzü gere gere durduğumuz da oldu, ırmak boylarına inip soluklandığımız an' lar da. Bir kez yola çıktığınız zaman, bu seyahat hiç bitmez...                       


Bu yolculuklar esnasında, herhangi birimizin sebep olduğu yeryüzündeki ufacık bir değişimi düşünün! Farkı yaratan her ne ise, zincirleme olaylar ve tahmin edilemeyecek boyutlarda ilerleyip, diğerlerinin hayatında iz düşüm yaratıyor. Şarkınızı mırıldanarak mesafe kat ettiğiniz o patikada, peşine düştüğünüz o güzel kelebeği hatırlayın. İnanın sizin yakalamaya çalıştığınız o eşsiz canlının, Lorenz' in çalışmalarında örneklediği kelebekten hiç bir ayrıcalığı yok. Her birimizin yaptığı her bir şey, hepimizi etkiler sonuçta. Anlatıcam! Hem de uzun uzun...                            


Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesidir. Edward N. Lorenz' in çalışmalarından biri olan Kaos Teorisi ile ilgili bir durum ‘’kelebek etkisi.’’ Dahası, bu bilim insanı, hava durumu ile ilgili verdiği şu örnek ile de ünlenmiştir: Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşacak bir tayfuna neden olabilir. Aslına bakarsanız kelebek etkisini tam olarak anlayabilmemiz için Kaos Kuramı’ nı anlamak gerekir. Aralarındaki ilişkiyi bir analoji ile açıklayabiliriz: Eğer Kaos Teorisi’ni yan yana dizilmiş domino taşları olarak düşünürsek, birinci taşa dokunulmasıdır kelebek etkisi. Kuram sürprizlerin, doğrusal olmayan ve örgütlenemeyenlerin bilimidir; tıpkı hepimizin o beklenmedik yaşamsal dönüm noktaları gibi. Doğal ve sosyal bilimlerin çoğu, çeşitli reaksiyonların izini sürüp tahmin edilebilecek olaylarla uğraşırken; Kaos Teorisi türbülans, hava durumu, borsa gibi öngörünün riskli ve kontrol etmenin imkansız olduğu doğrusal olmayanlarla ilgilenir. Karma felsefesinin bu parçası, hayatın akışı konusunda çok önemli ve belirleyici bir özelliğe sahip. Tolstoy da böyle bir düşünüşte olmalı ki, şöyle der : ''Tüm muhteşem hikayeler iki başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.'' Sadece iki şekilde başlamaz tabi insanların o muhteşem yaşam öyküsü. Ayrıca muhteşem olacak diye bi kural da yoktur. İyi veya kötü, her an her şey olabilir!                             


Lorenz, hava durumu tahminini modellemek için yaptığı bir deneyde, oradaki bir kelebeğin kanat çırptığı görüldü. Bunun neden olduğu esinti, meteoroloji için denenen bir cihazın başlangıç verisini 0.506127 yerine 0.506 olarak girilmesine sebep oldu. Bu da şartları, yarattığı hava akımları ve basınçlar etkisiyle çok farklı bir sonuca götürdü. Lorenz’ in, bu deneyimden yola çıkarak, ilk koşullardaki küçük bir değişikliğin, muazzam ve uzun vadeli sonuçlar doğurabileceği bilgisine ulaşması zor olmadı. Hayatımız boyunca kalkıştığımız eylemlerin başlangıç noktasıdır odaklanmamız gereken. Eşsizliğin, sürekliliğin ve sınırlılığın diğer tüm koşullarını bu ilk adım belirler.                             


Uzakdoğu felsefesini besleyen şeyin de bu olduğunu düşünüyorum. İnsanın ortaya koyduğu iyi veya kötü her türlü davranış, değişik birtakım formlarda bir gün mutlaka kendisine dönüş yapacaktır. Bilimsel açıdan bakıldığında olay bu kadar basit değildir, olmamalıdır da. Olumlu davranışın her zaman olumlu davranışla, olumsuz hareketlerinizin de her zaman olumlu hareketlerle karşılık bulmadığı da bir gerçek. O meşhur Nirvana hikayeleri var ya... Hint teolojisinde, mistisizmde ve çoklu dinlerde zayıfların, kendilerini adadıkları manevi bir kurtuluş arayışıdır sadece. Kaliteli esprilerin ince mizah yazarları bile, Nirvana'nın, ölümden sonraki hayata bir yatırım aracı olduğunu değil, dünyada yaşarken gerçekleştirilebilecek ruhsal bir aşama olduğunu ima etmektedir. Felsefe olarak çok enteresan ve hatta ürkütücü bir şeydir kelebek etkisi. Evrenin düzensizliği içinde açıklanamayan düzenler dizisidir. Şöyle ki, evde unuttuğunuz cep telefonunuz için arabanın kontağını dahi açmadan tekrar evinize dönüyorsunuz. Sizin söylenene söylene kaybettiğiniz saniyeler, trafiğe geç girmenize ve belki de birinin fren yapmasının ardından birbirine giren 50 araçtan birinin, sizin aracınız olmasının önüne geçiyor. Kavradığınızda dehşet bir şey bu akış! Hayatımız boyunca, farketmediğimiz milyonlarca felaketten, bir nano saniye ile teğet geçtiğiniz veya hayatınızın insanı ile karşılaşma olasılığını yine nano saniyelik bir gecikmeyle sonsuza kadar kaybettiğiniz olmuştur. Şu an burada benim yazdıklarımı okuyor olmasaydınız, muhtemelen başka bir şey ile ilgileniyor olacaktınız ve bu da iyi ya da kötü başka bir takım olaylara yol açacaktı. Bu dalgalanma ironik olsa da doğrudur ve etkileri her seferinde artarak devam eder.                      


İlginçtir ki, kişilerarası etkileşimin çekim gücü vardır. En basit haliyle örnekleyecek olursak, herkes kendine yetecek buğdayı kendisi üretemediğine; kendi patatesini, mısırını yetiştiremediğine göre, alışverişte bulunma zorunluluğu bile bizi kendimiz olmaktan çıkarır. İnkar edilemez ve kaçınılmaz bir döngüdür bu. Bu açıdan bakıldığında, gerçek anlamda kendi olabilen canlılar sadece hayvanlar ve bitkilerdir; o da insanlar doğaya müdahale etmediği sürece tabi... İddia ediyorum, insanlar hiç bir zaman kendisi olamaz, içinde yaşadığı toplum buna fırsat vermez çünkü. Kaosun getirisidir bu. Ancak mağaradaki adamdır kendisi olabilen. Öte yandan ne düzeyde minimize edebiliyorsanız toplumsal yaşam alanınızı, o denli kendinizsinizdir. Şimdi ben; biraz sen, biraz o, biraz annem, biraz amirim, komşum, arkadaşım, şehrin delisiyim. Anlatabiliyor muyum? İnsanların arasında ben hepinizden bir parçayım, sizde de hepimizden birer parça var. Kesin! İşte biraz da budur kelebek etkisi. Oysa ne çok isterdim kendim olabilmeyi, kendimle olabilmeyi, mağarasının duvarlarına resimler çizen o umursamaz insan olabilmeyi.                           


İşte buradayız şimdi! Yüzleşmekte ve bir değerlemenin iki ucunda nefes almaya çalışmaktayız. Kendimizi, samimi bulduklarınızın anlayışına bırakıyor; fikir ve eleştirilerini ciddiye alıyor, etrafımızda olup biten her şeyi iyileştirmeye çalışıyoruz. Diğer taraftan, bunalımlarını çevreye de bulaştıranların neden olduğu küresel bir depresyonun tam ortasındayız. Bazen birimizin ''az''ından çıkan kelebek kıpırtısı kadar küçük şeyler, diğer insanlarda oldukça kırıcı ya da yapıcı olabiliyor.                             


Yaşam boyunca karşılaşabileceklerimiz ne Lorenz' in kullandığı grafiksel çekerlerle ne de yoga felsefesinin öğretileriyle atlatılabilir diyorum ben. Kolaylaştırır mı zihinsel süreçlerimizi? Kolaylaştırabilir belki ama hayatlarımızı biçimleyen parametrelerin değişken olması, net bir kanıya ulaşmayı imkansız hale getirmektedir. Savunduğum üzere, bulunduğumuz noktadaki başlangıç koşullarımızı yerli yerinde tespit edebilmemiz çok önemlidir. Bunu yaparken ufak tefek ayrıntıları göz ardı etmemek, detayların hayal edilemeyecek sonuçlar doğurabileceğinin farkında olmak gerekir. Bir önceki yazımda dürtülerimizi yerli yerinde kullanmaktan söz etmiştim. Kastettiğim şey fizyolojik dürtülerden çok sosyal dürtülerimizdi; 'güven' ihtiyacı mesela... Sadece kendinizi güvende hissetmek duygusunu yaşamak için, herhangi birine gelişigüzel güvenemezsiniz. Bir başka örnek: ''başarılı olma'' dürtünüzü, mevcut şartları gözden geçirmeden harekete geçirmeniz, yanlış hamleler ile gereksiz risk almanıza ve sonuçlarına da katlanmak durumunda kalmanıza yol açacaktır.                          


Tokyo'da kanat çırpan bir kelebek, California'da kasırgalara neden olabiliyorsa; herhangi bir ülkede yaşanan bir gerilim, dünyayı derinden sarsabiliyorsa; Kanada'da eriyen buzullar İstanbul'u da, Afrika'yı da etkileyebiliyorsa; Moskova'da düşen borsa, dünyadaki tüm para piyasalarının altını üstüne getirebiliyorsa ve daha bir çok şey ... ; accayip bi meseledir bu ‘’kelebek etkisi!’’ Yine enteresandır ki, hepimiz aynı güneşten ısınıyoruz, aynı gezegenin kaynaklarını kullanıyoruz. Toprağımız, havamız, suyumuz ortak. Küresel ısınma hepimizi tehdit ediyor. Pençesinden kurtulmaya çalıştığımız halde, sayısız ortak alanı paylaşmak mecburiyetindeyiz. Geleceğimiz bile ortak! Var mı daha ötesi? Bundan daha bağlayıcı bir şey olabilir mi ya!?                         


Problemlerin ağırlığından ve koşulların aciliyetinden bunaldığımız noktada, tüm insanlık olarak evrensel umudun, sevginin, barışın ve ortak değerlerin etrafında samimiyetsizce buluşuyoruz. Felaketi atlatıp normalleştiğimizde ise, yine herkes özüne dönüyor; kendi modelini, değerini, dünya görüşünü ve yaşam tarzını birbirine dayatmaya çalışıyor. Tam da ''Tüm dünyayı ilgilendiren karma yasası ve nedensellik kurallarına bağlı kalmayacak şekilde tüm dış faktörlerden arınalım'' diyecektim ki, artık çok geç! Şu anda Mr.Nobody modundayım ve siz öyle ya da böyle bu yazıyı okudunuz. Bundan sonra bazı şeyler, bu yazının yazılmamış olmasında olacaklar gibi olmayacak. Benim yazmam ve senin de okuman içinde bulunduğumuz kaosu güncellememize katkı sağladı. Bir kelebeğin efil efil kanat çırpışlarındayız şimdi. Bir yandan gözlerimiz klavyeden dökülenleri tararken, bir yandan da: ''Kendimizle kalıp hiç terketmese miydik kozamızı, ne gerek var bunca kafa karışıklığına?'’ mı diyoruz? Açıkçası, kendimle ilgili böyle bir polemiğim var benim. Bir tarafım herkesten, her şeyden kaçıp uzak yollara düşme eğiliminde iken, bir tarafım her kilometre taşında durup etrafa laf yetiştirme yöneliminde. Eski bir Kızılderili Atasözü vardır. Der ki: ''Her insanın içinde ruhumuz için ebediyen çarpışan tutsak iki ayı vardır. Ayılardan biri iyi şeyleri temsil eder; şefkati, sevgiyi, güveni... Diğer ayı ise bütün kötü şeyleri; korkuyu, güvensizliği, her şeyden ve herkesten kaçışı...                        


Yazılarımda mizaha genelde çok yer vermem ama hadi bi değişiklik yapalım bu sefer! Bunu yazmadan duramayacağım çünkü... Kentucky eyaletinin Louis şehrinde başlıyor olayımız:                          


Enformasyonu ukalalığa bağlayan sınırı geçmemek adına, kentin, adını söylemeyi düşünmediğim ana caddelerinden birindeyiz şimdi. İlerlemekte olan epeyce gösterişli bir araba, birden hırıltılar çıkararak stop ediyor. Bunun üzerine, arabanın şoförü öfkeyle kapıyı açıp dışarıya çıkıyor. Bu sayede kendisinin nasıl bir tip olduğunu görme imkânı buluyoruz. Pahalı, gri bir takım elbisenin içine sıkıştırılmış iri yarı bir adam; öfkeli, kaba, sürekli Japon işadamlarıyla yapacağı toplantıya yetişmeye çalışan o telaşlı Amerikan yuppielerinden biri. Adı da -John- olsa gerek! Öyle olsa da olmasa da, biz ona gönül rahatlığıyla ''John'' diyebiliriz. Çünkü adı ne olursa olsun, o tam bir John! Cinsin biri olduğuna, herhangi birimiz gördüğümüz anda kalıbımızı basabiliriz. Bunda, çok tipik bir Amerikalı olmasının da payı var tabi! Biz bunları düşüne duralım; John çoktan ceketini çıkarıp, aşırı beyaz gömleğinin kollarını sıvadı bile. Belli ki arabanın önüne dolanarak kaportayı açacak... Evveet!! Hiç yanıltmaz bunlar, aynen öyle yapıyor bizim Jonnie! Bir süre gövdesinin üst kısmı kaportanın içinde kaybolmuş vaziyette kalarak, arabanın orasını burasını umutsuzca kurcalıyor. Sonra yine hiddetlenerek oradan çıkıyor, lanetler okuyarak kaportayı kapatıyor. Hayır hayır kapatmıyor, adeta çarpıyor. Kıpkırmızı bir suratla kameraya dönerek şunu söylüyor:               -


Kim sana Japon arabası al dedi, bu Japonların hepsi geri zekâlı!                      


Aynı anda Japonya' da, Tokyo'nun batısındaki mütevazı evinde televizyon karşısında uyuklamakta olan Kim Toyotaki isimli emekli otomotiv işçisi, aniden yerinden sıçrıyor. Önce afallamış biçimde etrafına bakıyor, sonra öfkesinden adeta orta boy bir samuraya dönüşüyor ve haykırıyor:             


-Sensin geri zekalı!                         


Bir de Türk işi örnek gelsin mi? Pekiii, gelsin hadi! Bu sefer yer Ankara, yıl ''mesela'' olsun...                                  


Tarık o gün işe gitmek üzere her zamanki gibi evden saat 7.00 de çıkmıştı. Tam apartman kapısından çıkacaktı ki, apartman kapısından içeri giren o rengarenk kelebeğe gözü takıldı. Yaklaşık 5 saniyelik bir bakıştan sonra yoluna devam etti. Otobüs durağına geldiği anda otobüs hareket ediyordu. Koştu ama otobüs durmadı. Otobüsü 5 saniye ile kaçırmıştı. Mesaiye yetişmek için taksi tutmaya karar verdi. Gelen ilk taksiye el işareti yaptı. Taksici yanaştı, durdu ve nereye gideceğini sordu. Adresi söyledi bizim Tarık. Taksici oraya gidemeyeceğini, bir an önce arabayı teslim etmesi gerektiğini söyledi. Tarık ısrar ettiyse de, ''I-ııhh! '' mümkün değil! Kabul etmedi taksici. O sırada sol şeritte bakım çalışması olduğundan, ulaşım tek şeritten sağlanmaktaydı ve o şeridi de Tarık ile tartışan taksici kapatıyordu. Arkadaki araçlar sinirden kudurmuş bir halde, deli gibi kornaya basıyordu. Taksicinin de şartelleri attı tabi bu arada. Stresini atacak yer arıyordu adam zaten. Bi pozlar, bi nağmeler filan: 'Ne korna çalıyonuz? Allooo!' diye çıkıştı. Oluşan trafiğe bakmasıyla birlikte bir de ne görsün!? Manzara o ki, adeta, onu ayaklarının altında çiğnemek için can atan bir bufalo sürüsü ile göz göze geldi. O esnada, hemen arkadaki araçtan bir adam çıktı ve taksicinin üstüne elindeki levye ile yürümeye başladı. Taksici korkuya kapılıp aracına bindi ve bastı gaza. O heyecanla az ilerideki minibüse arkadan çarptı. Minibüs kontrolünü kaybedip karşı şeride geçti ve tüp kamyonuna çarptı. Tüp kamyonu alev aldı. Alev alan kamyondaki tüplerden bazıları patlayarak havaya uçtu. Uçan tüplerden birkaç tanesi az ilerideki benzinliğe fırladı. Benzinlik bir anda alev topuna döndü. Tüm bunlara bir kelebek sebep olmuştu. O kelebek orada olmasaydı, bunların hiç biri yaşanmayacaktı ve Tarık, minnoş minnoş, o monoton işine yine otobüs ile gidecekti.                         


Gerildik değil mi? İtiraf edeyim gerildim ben de. Tebessüm etmekden de geri kalamıyorum. Biraz da budur işte ''kelebek etkisi''. Siz dev ekran filminizin en heyecanlı yerinde, tamamen sizin dışınızda gerçekleşen elektrik kesintisiyle birlikte, bir boğaya dönüşürken aldığınız yüz ifadesidir. Ya da, YA DA siz, yeni satın aldığınız o pahalı çantanın fermuarını daha ilk çekişte elinizde kalmasıyla çılgına dönerken, çantayı satanın belki de o parayla mangalının başında keyif yapıyor olma ihtimalidir. Bunlar ne ki? Daha neler neler! Zamanında, S.S.C.B.' ye ait bir denizaltının Adriyatik Denizi'nde suya indirilmesiyle yaydığı enerjinin sebep olduğu dalgalanma ve sinerji ile, Bermuda'da uçuş yapan hava komodorunun frekansını bozup, düşüşüne sebep olmasıdır. İnsanoğlunun düşüncesizliğinin bu boyutlara kadar tırmanabileceği gerçeği karşısında, hala yaşıyor olduğumuza inanmak cidden mucize!                           


Dikkat edin, gözlemleyin bir süre. Yaşantılarımızın birçok noktasında böyle etkilerin farklı dozlarda boy gösterdiğini göreceksiniz. ''Keşke şöyle yapsaydım'' veya ''Hadi yaa! Böyle yapmasaydım'' veyahut ''Daha farklı davransaydım n'olurdu ki acaba?'' dediğimiz bir dizi örnek olay olmuştur. Tarihteki savaşlardan bazılarının yapılmamış olması, doğa olaylarının geçmişte olduğundan farklı cereyan etmesi, babamın annem ile değil de Leyla Teyze ile evlenmesinin, sonuçları nasıl değiştirebileceğini tezahür bile edemiyorum. İnsanlığın varoluşundan bu yana yaşanan her şeyin, ama HER şeyin bugünkü durumumuzla ilgili bir payı vardır. Yine de yaşanması gereken yaşanacaktır!                         


Bireyin beyin kimyasını, dolayısıyla karakterini etkileyen şeyin, karşılaştığı olay ve kişiler olduğu gayet açık. Üstelik insanın, bu olay ve kişilere, DNA'sının da etkisiyle verdiği tepkileri de ele alacak olursak, üzerinde yaşıyor olduğumuz bu yeryüzünün panayır yerine dönmesi çok normal değil mi? Psikoloji alanının çalışma sisteminin nelere dayandığını düşünmek bile istemiyorum! Evet, insan beyni çok karışık; ama ben inanıyorum ki, daha çok başındayız, henüz ilkel zamanlarındayız insanlığın... Pekala günümüz atmosferine uyarlayacak olursak, ''Yahu bu kelebek her kanat çırptığında dolar bilmem kaç TL' ye mi çıkar kardeşim?'' ya da ''Vay arkadaş! Her etki de bizim ülkenin burnunda mı patlar?'' anksiyetesini, ruhsal bozukluktan evirerek normalimiz yapan ve ''Kelebek Etkisi'' şeklinde okumamıza yol açan bir algıdır bu.                         


Ssshhh! Tamam tamam... Geçti … Sakin... Son bir şey daha söyleyip susacağım. Söz! Şu anda evde ve güvende olmanın her şeye baskın gelen o iç huzuru var. Ev bir yer değil, bir duygu... Bu duygu ile serpilip, kuşanıyoruz guardımızı ve öyle adım atıyoruz dış dünyaya.         


Hayatın içindeki tüm olumsuzluklara rağmen; insanlarda bıraktığınız bir gülümsemenin bir intihardan, bir cinayetten, bir soygundan ya da bir ihanetten vazgeçişe sebep olabilirliği müthiş keyifli bir his!                         


Unutmayın ki, herkesin bir öyküsü, bir hikayesi var,                     


Hiç te göz ardı edilmemesi gereken...                                    


Ya benim masalım sizin aklınızın alamayacağı kadar sade ve ihtişamlıysa!