Tarafımdan icat edilmeyi bekleyen kelimelerin çığlıklarından kendime gelemediğim,  günlerce tek satır bile yazı yazamadığım zamanlardan birindeyim yine. Bir renge, ışığa veya kokuya dönüştürmem gereken cümleler, odamın duvarlarını titreten mum ışığının dalga boylarında kuvvetle kümelenmişlerdi. Geceyi ve uykusuzluğu en çok beni yazmaya sevk ettiği için seviyordum. Hem karanlık, hem de tüm renkleri içinde barındıracak kadar sonsuz bir dinginlikti gece. Nitekim tam bilinçlilik hali ve aynı zamanda bilinçaltıydı.  Gündüz Vassaf der ki: ‘’Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında yapmaz. Yaşam, gecenin konusudur.’’  


Uyumaya hiç niyeti olmayan gözlerimin, gözkapaklarına verdiği bir komutla bakışlarımı yere indirdim. Mum ışığında şööyle bir göz gezdirdim tavşan kulaklı pofuduk terliklerime. Ayaklarım yerde gezinirken tesadüfen bulup giydim sonra… Neden benim hiçbir şeyim normal değildi? Neden diğer normal yazarlar gibi laptop’ımı kucağıma alıp, insan gibi yazamıyordum. Mümkün değil! Hemen kalkıp kağıt-kalem bulmam gerekiyordu. Buldum da!  


Hayatı zorlaştırmakta üstüme yoktu.  Benim son derece ilkel öz-yaratıcılığıma, fazlasıyla uyumsuz geliyordu günümüz teknolojisi. Mesela ben dijital dünyanın modern tasarımlarından çok, siyah-beyaz ve hatta biraz da yıpranmış kağıtlara basılı eski fotoğraf albümlerini seviyordum. Mürekkebin rengini, ahşabın kokusunu, el örgüsü şalları seviyordum. Sonra birden eski Sasani mezarlıkları geldi aklıma. Kimin ne kadar uzun, kısa ya da nitelikli yaşadığından öte; kölelerin de, kralların da en nihayetinde ölümle karşılaştıklarını düşündüm. Buna rağmen hiç dinmeyen savaşlarımız, dış dünyanın varlığının pek çelimsiz kaldığı kendi iç dinamiklerimiz, tinsel anlamda bedenimizden yayıldığına inandığım o ışınımla gitgide yayılan tesir kuşaklarımız vardı.  


Kağıdın beyaz kısımları azalmaya, vintage tüylü kalemimin bu beyaz vadide iz bırakmaya başlarken ellerimi izlemeye koyuldum. Beynimi, ruhumu, bakışlarımı istila eden bir kırlangıç sürüsü gibiydi tüm harfler parmaklarımın arasında. Çırpınışlarını, beslenme anlarını, yuva yapışlarını görüyordum. İnce ve zayıf ayakları vardı; bu yüzden bir yerde fazla kalamıyor, ama yine de sanatının zarafetinden vazgeçmeksizin kuru dallar ve çamurdan sığınak yapıyorlardı satırlarımın arasına. Toprakla karışık yağmur kokusunun burnuma çalınmasıyla birlikte irkilerek kendime geldim. Gece derinleşmeye başladıkça, görülebilir olan dünyanın bana ne kadar dar geldiği hissine kapıldım. Kendin olmakla, insanlar arasında olmak edinimleri arasında kesin ve müthiş bir çatışma var. Aslında bize uygarlık gibi görünen toplum  kavramının  -bizim kendimizin istediği kadar, kendimiz olmamızı istemeyen, hatta engelleyen- yontulmamış birtakım ara katmanları da var.  Varlığımız ile diğer varlıklar arasında kalan ‘’dışarısı’’ insanın kendisini kesintisiz bir şekilde gerçekleştirmesine izin vermiyor. Binlerce türden insanın bakışı, bakış açısı, hisleri, hazları, istekleriyle dış dünyayı yoklamak veya sosyo-tasarımlar kurup bir ütopyonın özendirici hayaliyle yaşamak yerine özgürlük ve cesaretin sınırlarını zorlamayı tercih ediyor olacağım hep. Yolum, kendi öz benliğimin en küçük yapı taşlarına varma hedefi üzerine kurulu ve tüm deneyimlerim bunun çalışması. Bütün planlarımı atlanamaz, şaşırılmaz bir sırayla elde edeceğimi, bir merdivenin en alt basamağından başlayıp, her birinden adım adım geçerek en üst basamakta derin bir soluk alacağımı biliyorum. Her bir nefes alışımız görünüşte nasıl sıradansa, belirlediğimiz o en üst noktadaki, zirvedeki soluk alıp vermelerimiz de tam aksine sıradışı ve hatta nefes kesici olacaktır. Ben yönümü arayıp bulurken pusulam, yani anahtar sözcüğüm ‘’umut’’ olmaz hiç. Yine burada da anormalimi ön plana çıkaracağım belki ama birçok kimsenin aksine ben umut etmenin enerjisi çok düşük bir olgu olduğuna inanıyorum. Bana göre umut işkenceyi uzatmaktan başka bir şey değildir. Planlamaktan yoksun;  cesaret, sabır ve kararlılıktan uzak kimselerin işi gibi gelir bana, bir umuda tutunup yaşamayı tercih etmek. Klinik ve sosyal psikolojiniz sağlamsa bırakın umut etmeyi, direkt plan yapın! Kendiniz yazın senaryonuzu, kendiniz yönetin, kendiniz oynayın! Başkalarının sufle vermesiyle olacak iş değil ki yaşamak dediğimiz şey! Sosyal statüymüş, aşkmış, dostlukmuş, vefaymış, cefaymış…  bunların her biri kendimizi göz ardı ettiğimiz ayrıntılar yığınından başka bir şey değildir.  Evet vardır hepimizin hayatında en’ lerimiz, en sevdiklerimiz, en sevmediklerimiz… Ama bunların varlıkları ile ilgili olmaktan çok, içimizdeki üst insanı bulup çıkarmalıyız. Peki, her forma uygun bir kıyafet bulmaya çalıştığımız bir alışveriş merkezi midir dünya? Her karaktere uygun bir kendini gerçekleştirme mümkün müdür? İşte kendini gerçekleştirmenin erdemden ayrıldığı tek nokta da budur: Evet, münkündür. Herkes kendini gerçekleştirebilir ama gerçek şu ki: erdem karaktere uyum sağlamaz, karakter erdeme uyabilir ancak. Yani karakteriniz ve ruhsal yetkinliğiniz bunu yapmaya elverişli ise mümkündür kendinizi gerçekleştirebilmeniz. Kendini gerçekleştirme ‘’kendi’’ kavramına olan gereksinimi dolayısıyla, dış dünyadaki yaptırımlar yumağı gibi boğucu bir etki göstermez, daha yumuşaktır, hafif ve dinlendiricidir. Yaptırımlarınızı kendiniz belirlersiniz çünkü, esnekliğini bundan alır.  


Toplumbilimde kendine varma olgusunun iki yönü var sanki: birisi idealllerini gerçekleştirme, diğeri ise yeteneklerini. İdealin yetenekten bağımsız olduğu ortada.  Mesela kendini bilmeyen birinin çapını aşan idealleri varsa, kendinin gerçekleştirmesinin önü, en başından kapanmıştır da diyebiliriz bi bakıma. Çünkü ideallerini gerçekleştirme olanağı yoktur; kafasında sarıp durduğu ideallere ulaşacak yeteneğe sahip değildir. Korkaktır mesela, pısırık veya  sürü odaklıdır. I-ıhhh! Bunlardan hiç olmaz. Düşünsenize… idealleri x-large iken, yeteneği medium’dur ya da small. Durum bu! Duruma bakın ve koşulların farkında olun her zaman derim ben. İnsanın farkındalık düzeyi arttıkça, cahil mutluluğundan uzaklaşarak, daha düşünsel boyuta ve oradaki huzura ulaşıyor. Bu seviyedeki kimseler yaşamın hazzını bir şeye ya da birisine bağlamazlar. Dışarıdaki her şey, çamaşır makinasından yeni çıkmış bir sepet dolusu ıslak çamaşır gibidir artık.  Önce yüklenirsiniz  o sepeti ve bahçede bir ağaçtan diğerine gerilmiş olan ipe sermeye koyulursunuz. Her bir parçayı eğilerek çamaşır sepetinden alır, kayda değer bir yerinden tutup tüm gücünüzle silkeler ve çamaşır ipine asarsınız. Onlar rüzgarda salına salına havalansınlar. Siz kahvenizi için!  


Peki sizin kafanızın içinde ne var? İdealleriniz, gelecekle ilgili planlarınız ne? Kendinizi ne zaman ve nasıl gerçekleştirmiş sayabilirsiniz? Ben ‘’şu an’’ buna asla karar veremeyeceğimi; ancak ölürken de film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp giden yaşamıma retrospektif olarak baktığımda  ‘’kendimi gerçekleştirmiş olup olmadığım’’ konusunu net bir biçimde görebileceğimi düşünmekteyim.  


Belki de… belki de diyorum: Bazı insanlar, bazı şeyleri hayatlarıyla değil, geride bıraktıklarıyla ortaya koymak durumundadırlar!