En son ‘Vacilando’ adlı deneme yazımda, serin ve nemli bir Aralık gününün altını çizmiştik birlikte. Öyle çok dönüt aldım ki o satır arası buluşmamızın ertesinde, bitimsiz yollardaydık hepimiz. Olmamız gereken yerlerin zorunluluğunu fırlatıp attık bir kenara. Ben yağmurda kaldım mesela, mavi bir su damlasına dönüştüm. Sırılsıklam bulut oldum, havadaki sis yol oldu bana. Tarih sayfalarının arasında dans eden, bütün devirlerden geçip Ortaçağ’a el sallayan, en çok da 1930’ larda takılıp kalan kehribar bir ateş böceğiydim sanki.                


29 Bunalımı sürecinde, demirYOLu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulmak amacıyla, kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan bir uca dolaşmaya başladılar. Bunalımın getirdiği ekonomik küçülmeden dolayı, o dönemde ancak geçici ve karın tokluğuna, çiftliklerde iş bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek, farklı hasat dönemlerine yetişmeleri gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, öyküleriyle Beat Kuşağı yazarlarının esin kaynağı oldular. Amaçsız demiryolu yolculukları geleneğinin ilk izleri Jack London eserlerinde rastlanır. Bu duygunun ortaya çıkışı, sonu gelmeyen yolculuklara ve yer değiştirmelere dayanır. Mola vermeyiniz derim ben, hele durup konaklamak taraftarı hiç değilim. Hiç durmamalı, devam etmelisin. Durup arkana baktığın zaman, geride bıraktığını sandığın her şey sana yetişir. Gerçi zaafları olan insanlar için daha çok geçerli bu son söylediğim.  Bana olmaz mesela, ben geride bıraktığım hiçbir şeyin bir daha karşıma çıkmasına izin vermem çünkü. Bu gücü kendinizde buluyorsanız, ara ara durup dinlenmek serbest!                


Gece vakti yollar süratle kat edilen bir rüya gibidir, bin hüzünlü hazdır, esrikliktir biraz da… Işıkların derinleşerek birleştiği bir çizgidir… Pencereden dışarıdaki karanlığa bakıp şarap içmeyi seviyor olanların aksine, ışıltılı bir rota açılır önünüzde hep aydınlık! Nice coşkuyu da beraberinde getirip götüren çılgın, aksak gözlerin dalıp gittiği uzaktır. Zift karası asfaltta, beyaz düştür gece alınan yollar… Kısaldıkça uzayan sabırsızlık, kilometre tabelalarındaki rakamdır en nihayetinde. Ya da tam tersine dakikaları kovalamaktan vazgeçmiş boynunuz yana kaydığında aniden uyanıp, şalınızı usulca üstünüze çekmektir. Nem, şarkı, aydınlık, karanlık, sıcak, soğuk, çay, kek, dergi, kitaplardan menkul an’lardır. Bir yandan yol ve zaman akıp giderken, bir yandan da yaşlanmayı bekleyen bir yüz vardır, sarılıp boynunuzu boyunlarına doladığınız en sevdikleriniz…                


Çağrışımları edebiyatta Kerouc’tan Reşat Nuri’ye, sinemada Lynch’ten Yılmaz Güney’e uzayan; besteye, mısraya konu olan, özellikle 20. yüzyılda mesafeden çok, mekan olarak algılanmaya ve tasarlanmaya başlayan bir meseledir yol. Taşından, toprağından, asfaltından mıdır yoksa genişleyip daralan perspektifinden midir bilinmez. Yürürken, yolculuk yaparken, hatta seyrederken bile insanı derin düşüncelere itip filozof yapabilen tek yerdir. O yüzden varılmaması tercihim, döngü olması favorimdir… Öyle bir döngü ki, kilometreler geriye akarken, günün kızılı ayaklarınıza kapanır sanırsınız… Çocukların kahkahaları yorgun bir tebessüme döner; yıllar geçtikçe yaşlandığınızı değil, büyüdüğünüzü hissedersiniz. Büyümeklidir, büyülüdür yol… Bitmek bilmeyen, bitmesinin de hiç arzu etmediğimiz bir şeydir yol almak… Yılan gibi uzayan abaküsteki boncukları sola veya sağa doğru saymak gibi olan; ne tarafa doğru saysan diğer taraftan uzaklaştığın; renkleriyle seni elinde tutan, hoşluğuyla köleleştiren… Sanılanın aksine, mucizenin kökünün kuvvet, iktidar ve güçten değil de, kalabalıklara tahammül edebilme kabiliyetinden geldiğini bilenlere sandıklar dolusu hazinedir. Sonsuz olasılıklar evrenini, sonsuz imkanlar evrenine çevirendir adımlarınız. Reddin bitip imkanın başladığı, kendi kucağınızda huzurla sallanarak özgürlük ve tabii oluşun eş zamanlılığına teslim olunan noktasal uzamdır. Kendi iç sesinize ses, nefesinize nefes verdiğiniz bir refakat alanı, akarsu yatağıdır… Bırakın zamanı telafi edilemeyecek bir bütünleyici olarak görmeyi, bilakis zamanın tek ve bir an’ lık anlardan başka da bir şey olmadığını açığa vurursunuz her ilerleyişinizde. Elimizdeki ekmek kırıntılanırken ve  suyumuz buhar olup bulutlara eşlik etmeye göz kırparken; çıkmazlarıyla, açmazlarıyla en ciddi ödeneğimizdir ‘tuttuğumuz yol’ bu hayatta…  Bazen deli gibi yağan yağmurda arabanın sileceklerinin ardında; bazen şehirlerarası bir otobüste pek kıymetli cam kenarı koltuğun penceresinde; olmadı, mor bir akşamı karşılayan bir geminin güvertesinde; bütün tokaları reddetmiş saçlarınızı deli rüzgarlara bırakırken bir motosikletin üstünde;  veyahut bir kompartımanın ayazı ve gri devlet binalarını çağrıştıran kokusunda; ya da, YA DA seksenlerin kaotik atmosferiyle örülü muamma yüklü bir bisiklet hikayesinde de olsa yolculuğunuzun serüveni asla vazgeçmeyin kulağınızdaki melodilerden. Bırakın uzayıp gitsin yol; dönsün, dolaşsın, kıvrılsın… ama hiç bitmesin. Neden bitmemeli peki yollar? Var mı cevabı bilen? Hemmen söylüyorum! Çünkü ilerleyenlerin platformudur yol, durup seyredenlerin değil… İşte bu yüzden, sebep her ne olursa olsun, insanı mutlu eden bi yanı vardır yolculukların. Başladığınız ve vardığınız yerlerden çok, sadece yol kalır aklınızda. Çünkü yol bir yere bir yere gitmekten daha çok şeydir; orayla burası arasında uzanan betondan daha çok şeydir, aşılması gereken mesafelerden daha çok şey…                


Şuraya son bir not bırakıp kaçıyorum ben: İlerlemeyi sağlayan şey iyi niyetli olmak değildir sadece, kötüden de uzak durmak gerekir.